Arayı açtım.. Fikret Şeneş yazacaktım.. Hatta yazdım da, kaldı öyle.. Bir Varmış Bir Yokmuş’u yazan Fikret Şeneş..Bir ay kadar oldu kaybedeli.. Sonra yine Bir Varmış Bir Yokmuş’u bizim için söyleyen Erol Büyükburç, sözleşmiştik onunla, röportaj yapacaktım..İkisinin de ruhu şad olsun.
Ertelemeye gelmiyor hayat.. Bunu biliyoruz da yine de erteleniyor ve hep yine ertelemeye gelmediğini anımsatıyor sinsice.
Uzun uzun yazmak da gelmiyor içimden.. Kelimelerle, kendimi ifade edebilmekle ilgili bir mücadelem var bu aralar.
Yasemin Mori’nin son albümü Finnari Kakaraska yağmurlu günlerde güzel giden bir albüm olmuş.
Bir kaç gündür dinliyorum. Yasemin Mori’yi seviyoruz, saçmalıyor, bu albüm olmamış, eskisi gibi değil deseler de.. Özgür kızları seviyoruz.. “Gel” Ajda Pekkan tarafından 1971’de seslendirilmiş. Ajda Pekkan ki kendisi hiç bir döneminde özgür veya özgün kategorilerinde anılmamıştır, kraliçe olmuştur, şahane kadın olmuştur, o cool kadın ben değilim diye iddia etse de özgür kız kafası kendisine çok uzaktır diye tahmin etmekteyim.
Şarkının iki yorumu, ikisi de lezzetli çipetpetlerimizden, severek dinliyoruz bu günlerimizde..
Sözler Fikret Şeneş tabii ki.
Gel, ne derlerse desinler gel
İster çirkin, ister güzel
Günâhkarsan yine gel.
diyen sözler bakınız aşağıda Gel diyen Mevlana’yı çağrıştırıyor ki 1970lerde Mevlana bugünlerdeki kadar popüler değildi tesadüf olabilir..
Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi,
İster puta tapan ol yine gel,
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…
Bir ailenin hayalini gerçekleştirdik, küçük bir kıza unutulmaz bir doğum günü, bir de Hadise ile tanışmak istedi.. Unutulmaz bir gün oldu herkes için.. Küçük bir kızın mutluluğu, annenin “hayallerimin ötesinde oldu bu” demesi..Bu hayalin dışında yaklaşık 5000 hayali okuma fırsatım oldu son bir ayda.. Neler neler istemişti insanlar.. Ev, araba, tatil, iphone 6.. Sanki bunlar olsa 15 gün sonra mutlu olacaklarmış gibi.. Gerçi yargılamayayım, herkes ne eksikse onun hayalini kuruyor.. Benim de benzer hayallerim olmuştu. Ulaştıkça mutlu etmeyen, yerine yeni sürümleri eklenen hayaller.. Otuzuna gelmeden pek çoğuna ulaştım.. Sonra sonra başka hayaller kurmaya başladım. Daha başka hayaller..
Dönüp baktığımda da mutlulukların hep en küçük şeylerden oluştuğunu görüyorum.. Büyük şeylerle gelmiyor mutluluk, gözünde büyüttüğün kaçtıkça sen kovalıyorsun.. Halbuki mutluluk küçük şeylerin ve güzel an’ların toplamı. Yarın son günüm olsa, gözümü kapadığımda bir film karesi gibi toplanıp ‘iyi yaşadık be’ dedirtecek şeyler..
Hayat çok komplike sanıyoruz ya, pek öyle olmasa gerek.. Gerçi o noktaya gelene kadar da çok level atlamak gerekiyor.. Hep super mario’ya benzetiyorum ya hayatı.. Yol alıyoruz her level’da ve her level’da engeller çıkıyor, atlamak, zıplamak, aşmak gerekiyor.. Bonusları topladıkça can kazanıyoruz, acılar yaşadıkça bir bir gidiyor canlar, yeni bir level, yeni bir farkındalık gerekiyor, sonra yine yeni bonuslar, yeni engeller.. Nereye varacağımız da belli değil..
Hayal ettiğimiz bir hayat var.. O hayal ev, iyi bir iş, bir eş, çocuklar, senede bir kayak, bir yaz tatili olabilir.. Ben o seçimi yapalı üç beş sene oldu.. Benim seçimim, benim hayalim değildi.Anlamsız bir 14 Şubat akşamında hayalim bir kez daha belirdi gözümün önünde. Bulutsuzluk Özlemi ve Bülent Ortaçgil’in Garaj İstanbul konserinde..
Bulutsuzluk Özlemi’nin ‘Tepedeki Çimenlik’ şarkısının hikayesine bağlayacağım buradan.. Tam da o şarkıyı dinlerken belirdi zira..
Onlar nasıl yazdı, neden yazdı, nasıl bir kafayla yazdı bilemiyorum ama benim hayalimin ‘soundtrack’i olsa, şarkılardan biri bu olurdu..
Tepedeki çimenlikte yalınayak dolaşarak, yemyeşil ve masmavinin ortasında durarak..
Sadece gökyüzü, sadece deniz.. Sadece sen ve ben.. Sadece sevgi..Hepsi bu..
Bu kadar basit ve bu kadar güzel.. Bu şarkı gibi..
Olanca basitliğine rağmen, zor..
Basit olan kolaydır zannederiz ya.. En basit olanı anlayabilmek, ona varabilmek ve keyfini sürebilmek hayatın en zor mücadelesi. Çünkü basit olan elimizde geçse de odak hep büyüklerde..
Kendi gerçekliğimize bakıyorum da.. Karmaşa içinde bir ülke, sevgisizlik dolu sokaklar, acaip haberler.. Başarı zaten madde ölçeğinden değerlendiriliyor.. Ne kadar iyisin, ne kadar hırslısın, ne kadar akıllı, ne kadar güzelsin.. Bu ölçekte konuşmak gerekiyor çevremizdeki insanlarla anlaşabilmek için.. En azından ‘naber, nasıl gidiyor?’ soruyosun ‘İyi, koşturuyoruz, çok yoğun’ standart cevabının bi tık üstüne çıktığınızda tanımladığınız evren bu çerçevede olmalı.
Öte yandan bir hayal kuruyorsun, gökyüzü, deniz ve sevgi dışında gerekli hiçbir şey yok.. Tüm gürültü ve kaos geride kalmış.. Huzur var sadece.. Bunu anlatsam ne derler? Denilenleri ve yargıları aşmak için çok level atlamak gerekiyor..
Ve bu denli basit bir gerçekliğe ulaşmak için kaç level atlamak gerekiyor?
Yanında mavinin huzurunu duyabileceğimiz sevgi ve sevgili için ne kadar bonus toplamak lazım?
O çimenlikte uzandığımızda masmavi gökyüzünün altında geride kalan işi gücü düşünmeyip, telefona, maillere bakmayıp, o anın fotoğrafını çekmeyip, instagrama koymamak için kaç level lazım?
Yarım gün sonra hadi başka plaj, başka çimenlik bulalım demeyecek iç huzuru ve dinginlik için?
Bu tatmine ve huzura varmak için illa yoga mı yapmak gerekiyor, büyük acılardan mı geçmek gerekiyor, çok çok Osho mu okumalıyız? En basitin tadına varabilmek için ne gerekiyor, doğrudan o levela ışınlansak?
Zuhal Olcay yorumlamış, en az bulutsuzluk özlemi kadar hakkını vermiş..
Ekşisözlükte okudum şarkının yorumlarını, Strawberry Fields’ı anımsattı demişler. Evet tam da o dedim.. En sevdiklerimden.. “Tepedeki Çimenlik”teki huzuru vermese de tatlı bir mutluluk veriyor, biraz da başka bir dünyanın kafasını:
If you take me down
nothing is real and nothing to get hungabout.
strawberry fields forever.
living is easy with eyes closed, misunderstanding all you see.
it’s getting hard to be someone but it all works out, it doesn’t matter much to me.
let me take you down, ’cause i’m going to strawberry fields.
nothing is real and nothing to get hungabout.
strawberry fields forever.
no one i think is in my tree, i mean it must be high or low.
that is you can’t you know tune in but it’s all right, that is i think it’s not too bad.
let me take you down, ’cause i’m going to strawberry fields.
nothing is real and nothing to get hungabout.
strawberry fields forever.
always, no sometimes, think it’s me, but you know i know when it’s a dream.
i think i know i mean a ’yes’ but it’s all wrong, that is i think i disagree.
let me take you down, ’cause i’m going to strawberry fields.
Alla Beni Pulla Beni Barış Manço’nun en sevilen şarkılarından, düetlerinden biri. Erkek kadının önüne dünyaları seriyor, yıldızlardan taç yapıp, denizleri kurutuyor da kadın alla beni pulla beni, al koynuna yar, daha da bişi istemem yar diyor.. Bir erkek bir kadına nasıl aşık olur da kadın ondan daha ne ister ki minvalinde..
Ama “Alla Beni Pulla Beni”nin hikayesinden önce “Çıt Çıt Çedene” ile başlamam gerekir çünkü favorim odur. Sanırım herkes diğerini sevdiği için..
Kronolojik olarak da “Çıt Çıt Çedene” müziğiyle “Alla Beni Pulla Beni”nin atası sayılır.
“Çıt Çıt Çedene” 1963’te Harmoniler ile Çıt Çıt Twist olarak da okunmuş, inanılmayacak kadar güzel bir versiyon bu ilk hali.
1963`te çıkan bu 45liğin bir yüzünde “Dream girl” diğer yüzünde “Çıt Çıt Twist” bulunuyor.Harmoniler grubunda gitarda Mehmet Şahinbaş ve Şanal Pınar, davulda Batur Pere, piyano ve basta Osman Önder, saksofonda da Asaf Savaş Akat yer alıyor.
“Çıt Çıt Çedene” nin orjinali Yozgat Türküsü. 1983’te Barış Manço ve Kurtalan Ekspres düzenliyor bu türküyü Manço’nun 5. Plağı olan “Estağfurullah.. Ne haddimize” ile. Bu albüm aynı zamanda kapağında Kurtalan Ekspres adı yer alan son Barış Manço albümü. Ahmet Güvenç basıyla, Caner Bora baterisi, Bahadır Akkuzu gitarı, Celal Güven tumbasıyla eşlik ediyor Manço’ya.
Çıt çıt çıt çıt çedene de sar bedeni bedene
Dünya dolu yar olsa da alacağım bir tane
Ekin ektim çöllere de biçtirmedim ellere
Onbeşinde yar sevdim de sezdirmedim ellere
Çıt çıt çıt çıt çedene de sar bedeni bedene
Dünya dolu yar olsa da alacağım bir tane
Ekine biraz derlerde güzele beyaz derler
Her kime derdim yansam ben yana yana gez derler
Çıt çıt çıt çıt çedene de sar bedeni bedene
Dünya dolu yar olsa da alacağım bir tane
Ekin ektim gül bitti de dalına bülbül öttü
Ötme ey garip bülbül yarim ellere gitti
Çıt çıt çıt çıt çedene de sar bedeni bedene
Dünya dolu yar olsa da alacağım bir tane
Bu arada çedene “ne ola ki ne” diyerek araştırdım, kendir tohumuymuş. Seksenli yıllarda çedene yasaklanmış Yozgat’ta. İkide bir duyuru yapılırmış köylerde: “Dişi Hint keneviri yasak.Bostanında dişi Hint keneviri olanlar imha etsin.” Jandarma gelip tarlalarda denetim yaparmış.. Dişi Hint keneviri (çedene) bulunan bostanlarda tutanaklar tutulup çedeneler imha edilirmiş. Her halde türkünün kaynağı bu kafa. Çıt çıt çedene ye, sonra da sar bedeni bedene..
Velhasıl bu türküyü, bu şarkıyı her haliyle çok seviyoruz.
“Dünya dolu yar olsa da alacağım bir tane”
Bu sözler “Alla beni Pulla Beni”nin sözlerinin toplamından daha manidar diyecektim ki Deniz Tüney’in “saçlarımı ellerinle okşa yeter yar” naifliğinin hakkını yememek lazım diye geçirdim içimden.
Anladığım kadarıyla “Çıt Çıt Çedene” müziği Barış abimize ilham oluyor, alıp şarkıyı “Alla Beni Pulla Beni”yi yapıyor. Maalesef sözlerdeki ilhamın kaynağını bulamadım.
Alla beni pulla beni
Al koynuna yar
Gözüm senden başkasını görmez oldu yar
Gönlüm senden birşey ister nasıl desem yar
Alla beni pulla beni
Al koynuna yar
Senin için dağları deler
Yol açarım yar
Senin için denizleri kuruturum yar
Senin için gök kubbeyi
Yerlere çalarım yar
Canım iste canım bile sana kurban yar
Dağlar taşlar uçan kuşlar senin olsun yar
Deniz ve yer gökler hepyerinde dursun yar
Gönlüm senden birşey ister nasıl desem yar
Alla beni pulla
Beni al koynuna yar
Saçlarına yıldızlardan taç yapayım yar
Bir nefeste güneşleri söndüreyim yar
Çıra gibi uğrunda ben yanayım yar
Canım iste canım bile sana kurban yar
Yıldızlar yerinde güzel bırak dursun yar
Saçlarımı ellerinle okşa yeter yar
Gönlüm senden birşey ister nasıl desem yar
Alla beni pulla beni
Al koynuna yar
Rüzgar olup ince beline sarılayım yar
Çimen olup ayağına serileyim yar
Sürme olup gözlerine sürüleyim yar
Canım iste canım bile sana kurban yar
Alla beni pulla beni
Al koynuna yar
Gözüm senden başkasını görmez oldu yar
Gönlüm senden birşey ister nasıl desem yar
Alla beni pulla beni
Al koynuna yar
“Çıt Çıt Çedene” ve “Alla Beni Pulla Beni” Türk müzik tarihinde aynı müzik ve altyapı kullanılmış, sözleri farklı ilk şarkı olabilir.
“Alla Beni Pulla Beni”nin bendeki hikayesi ise Çeşme’de bir düğün, sene 2009, aylardan da Haziran olmalı. Boğaziçi’nden çok sevdiğim iki arkadaşım Hakan ve Cihan Sakız’a bakan o zamanın Le Boquet’inde bu şarkı ile evlendiler. Onlara sormam lazım aslında şarkının hikayesi neydi. Çok tatlıydı bu şarkıyla playback düet yapmaları, o halleri de hala gözümün önünde.. Bu düğüne dair o şarkının hikayesi sadece bu değil benim için. 5 yılın sonunda ayrıldığım sevgilimle 3 ay aradan sonra ilk defa görüşüyorduk bu düğünde, haliyle düğünden kalan tek gülümseten anı bu şarkı, gerisi gözyaşı. Bir yanda bu şarkıyı birbirlerine ithaf eden bir çift, bir yanda denizin kıyısında biz. 5 yıl süren en büyük aşkımdan aklımda kalan ortak bir şarkı yok maalesef de bütün bir müzik türü var. Bütün o süre zarfında ona eşlik etmek için techno’ya alışmaya çalışmıştım. Sevdiğimi sanıp Madrid’de tek başıma techno festivali kovalamışlığım dahi vardır Jeff Mills dinleyeceğim diye. Sevdiğim techno değildi elbette, travma oldu beynimdeki yankısı. Corridor’da techno çalan, sadece müziğe değil kendime bile yabancılaştığımı farkettiğim bir gecenin sabahında da ayrılmıştık zaten. Şimdi düşünüyorum da aynı ritmi tutturabilseydik belki biz de Sakız Hanım’la Mahur Bey olabilirdik.
“Alla Beni Pulla Beni”yi bu kadar güzel kılan sözleri, müziği ile Barış Manço tabi ama Deniz Tüney’in sesi değil de bir başka ses olsa bu kadar olur muydu bilemiyorum. Deniz Tüney Aliefendioğlu “Alla Beni Pulla Beni” yi henüz 19 yaşındayken seslendiriyor 1981’de, albümün adı “Sözüm Meclisten dışarı”
Esra Keskin’in 2011 tarihli röportajından:
Deniz Aliefendioğlu, 5 yaşından beri müzikle uğraşan bir piyanist. Aslen İstanbullu. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Kompozisyon bölümünden mezun. 1985’te, yani mezun olduktan sonra çeşitli film, dizi, reklam ve tiyatro oyunlarının müziğini yapmış. Kültür Bakanlığı tarafından çıkarılan, Esin Afşar’a ait Yunus Emre ve Mevlana kasetlerinin de aranjörü. Şimdiyse Urla’da müzik hocalığı yapıyor, piyano dersleri veriyor. Barış Manço ile kardeş torunları. Ama kimse ne bu ayrıntıyı biliyor ne de Deniz Tüney’in o şarkıdaki vokalist olduğunu. Eşi bile evlendikten sonra öğrenmiş. Kendini övmeyi, anlatmayı sevmiyor. İnsanların onu tanımamasıyla ilgili hiçbir kaygısı yok. Hiçbir zaman olmamış. “Alla beni, pulla beni’den başka seslendirdiği şarkı var mı?” diye sorarsanız, o da yok. “Ben ses değil bestecilik eğitimi aldım.” diye açıklıyor sebebini. Peki, o şarkıyı niye seslendirdi dersiniz?
“1981 yazıydı. Levent’te oturuyorduk. Kapı çaldı. Barış gelmiş. ‘Buyur içeri.’ diyorum. Öyle kapıda duruyor. ‘Neden duruyorsun, gelsene.’ dedim. ‘Ben değil, sen geliyorsun.’ dedi. Nereye? Stüdyoya. Ne yapacağız? Şarkı söyleyeceksin. ‘Ben piyanistim, ses eğitimi almadım, olmaz söyleyemem.’ diyorum. Ama takmış kafasına ‘Sen söyleyeceksin.’ diye. Tuttu kolumdan stüdyoya götürdü beni. Albümdeki tüm şarkılar tamamlanmış. Bizim şarkımızda da, Barış kendi kısmını söylemiş. Bir tek benim bölüm kalmış. Sözleri, notaları verdi. ‘Hadi geç kayda.’ dedi. Bir baktım notalara, inanılmaz tiz, ‘Mümkün değil söyleyemem.’ dedim. Ama Barış bu, dinletemedim. Girdim kayıt odasına, söyledim. Ve oldu. ‘Nasıl oldu’ diye sormayın inanın bilmiyorum.”
‘Sözüm Meclisten Dışarı’ albümünün lokomotif parçası, ‘Ademoğlu kızgın fırın, Havva kızı mercimek’ olur diye beklenirken, ‘Alla beni, pulla beni’ olmuş. Bu yüzden albüm tanıtımı boyunca, konserlerde, fuarlarda hep Barış Manço’nun yanında yer almış. Bunların dışında birçok şarkının bas, davul, klavye, piyano partilerini hazırlamış. Kendi deyimiyle akrabalıktan öte müzikâl bir bağ oluşmuş aralarında.
Barış Manço’nun eski şarkılarını yeniden yorumladığı Mançoloji albümünün de ilginç bir hikâyesi var. ‘Alla Beni Pulla Beni’ şarkısının bu kaydında da birincisine benzer bir süreç yaşanmış. Barış Manço bütün şarkıları yeniden okumuş, kayıtlarını yapmış. Geriye kalan tek şarkı, yine ‘Alla Beni Pulla Beni’ olmuş. Fakat Deniz Hanım, 1999’da İstanbul’da değil. Eşi komando olduğundan Adana’da yaşıyorlar. Barış Manço yine “Ben bu şarkıyı Deniz’den başkasıyla söylemem.” demiş. Ama Kemal Bey İstanbul’a gitmek için askeriyeden bir türlü izin alamıyor. Barış Manço ne yapmış dersiniz? Dönemin Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nu aramış, Kemal Bey için 5 günlük izin koparmış. Böylelikle şarkı tekrar yorumlanmış.
Deniz Hanım, ailesinin yanında birkaç gün daha vakit geçirmek için İstanbul’da kalmış. Ertesi gün Lale Manço, Deniz Hanım’ı yemeğe çağırmış. Sohbet ettikleri sırada Barış Manço, eşini aramış. Lale Manço, Deniz Hanım’la birlikte olduklarını söyleyince, “Sakın bırakma onu, akşam bizde kalsın, özleştik, hasret giderelim. Ben 1 saate kalmaz geliyorum.” demiş. Ancak aradan yarım saat bile geçmeden, televizyonda Barış Manço’nun hastaneye kaldırıldığı ile ilgili alt yazıyı gören Doğukan Manço’nun çığlıkları ile irkilmişler. Hastaneye gittiklerinde her şey için çok geçmiş. 57 yıllık çınar hayata gözlerini yummuş çoktan. Bir kez daha özlem gideremeden…
Deniz Hanım, Barış Manço’yu son kez görememiş olsa da, gözleri dolarak içinin rahat olduğunu söylüyor: “Benden son isteğini yerine getirebildim ya içim biraz olsun rahat. 29 Ocak’ta şarkıyı söyledim. Albümü tamamladık. 31 Ocak gecesi ayrıldı yanımızdan. Çok erken veda etti bize, 57 yaşındaydı. Daha çok ihtiyacımız vardı ona. Yalnız benim değil eşinin, çocuklarının, herkesin, Türkiye’nin…”
Barış Manço ölümünden 20 saat önce Paparazzi’ye verdiği röportajında da stüdyoda Deniz Tüney ile beraber:
“Kapatıyoruz dükkanı” diye anlatıyor son albümü “Mançoloji”yi..”Artık yeni albüm yapmayı düşünmüyorum, Tükiye’nin içinde bulunduğu ortam benim albüm yapmamı gerektirmiyor, bir üzüntü var tabii, hayatım boyunca hep doğruları anlattım ama artık çok farklı bir yerdeyiz. Patırtılı kütürtülü, uzlaşmaz, kavgalı, çözümsüzlüğü arayan bir yaşam felsefesini benimsemiş bir ortamda benim şarkılarıma kimsenin ihtiyacı yok diye düşünüyorum diyor. Ben de daha huzurlu bir ortam istiyorum” diyor ölümünden önceki son röportajında.
Hakikaten de bu albüm ve bu röportaj ile dükkanı kapatıyor. Yaptığı müziğe “dükkan”ı olarak yaklaşacak son insan o herhalde, Barış Manço ve o son dönemin ardından müzik piyasası dükkandan geçilmez oldu, her şey gibi AVM’ye döndü.
Röportajında kırgın ve ümitsiz.. Bizimse aradan geçen onca zamandan sonra ne zaman huzur arasak, ne zaman en güzel müziği, en naïf duyguları bulmak istesek hala onun şarkılarına ihtiyacımız var. Ve bizi sorarsan Barış Abi, 16 sene oldu sen gideli, evet hala daha patırtılı kütürtülü, hala daha uzlaşmasızız.
Azeri türkülerinden oluşan ‘men sevirem azeri türküleri’ diye bir playlistim var. Dinlemelere doyamam, genlerimle alakası yok, Azerilere olan sempatimi, Azeri şarkılara, türkülere düşünkünlüğü de açıklamak zor..
Playlistimde dönüp duran şarkıların ötesinde bir şarkı var ki hem hikayesi, hem bestesi, hem de sözleri ile ayrı diyarlara götürür. “Gel Ey Seher”’i öyle bir söyler ki Polad Bülbüloğlu, dinlerken ne düşüneceğini, yanında ne içeceğini bilemez insan. Polad Bülbüloğlu’nun Şebnem Ferah’la olan düetinden önceydi sanırım ya da tam o zamanlar, üniversite yılları.. Ekşisözlük’ten mi keşfetmiştim nereden pek de hatırlayamıyorum ama ilk dinlediğimdeki ürpertiyi hatırlıyorum hayal meyal..
Klibin orjinalini izlemek, şarkının o versiyonunu dinlemek lazım:
“O gözler gibi her taraf kara
Bu yollar seni götürür nere
Yena bu seher güneş nur yera eyler
Bir teze nağıl başlar dünya
Oyan ey güneş oyan
Al elvan boya yoxsa bu deniz uçar
Bir zülmet geca deniz qaçar
Gel ey seher… gel ey seher
Es deli rüzgar bu günü götür
O biten ömrü yeniden getir
Gel ey seher… gel ey seher”
Polad Bülbüloğlu’nun fantastik bir klibi var, dağlarda ovalarda, bulutların arasında, şarkı da öyle bir his yaratıyor.
“Es deli rüzgar bu günü götür
o biten ömrü yeniden getir…”
Belki de bu sözlerden yola çıkarak şarkının Bülbüloğlu’nun henüz dokuz yaşındayken Hazar Denizi’nde boğulan kızı Seher’e ağıdı olduğu rivayet edilir çeşitli kaynaklarda. Fikret Koca’nın sözlerini yazdığı şarkıyı Bülbüloğlu Uşaqlığın Son Gecesi filmi için bestelemiştir Bülbüloğlu 1968’de.
Bülbüloğlu ismine de münhasır bir kişi, Bülbül lakaplı opera sanatçısı Murtuza Memmedov’un oğlu. Memmedov 1961’de vefatından once bir şan ekolü yaratmış, bu ekole yönelik bir okul dahi kurmuş.
Polad Bülbüloğlu ülkesinde sanat ve kültürün kelime karşılığı olan bir devlet adamı. Halen Azerbaycan’ın Rusya Büyükelçisi. Azeri filmlerine, şarkılarına, hele de Hollywood filmlerindeki Azerice dublajlara denk geldiğimizde hepimizin suratında bir gülümseme oluşur da Azeri kültürünün derinliğini pek bilmiyor olabiliriz, rastlantı değil böyle devlet adamı yetişmesi. Polat bülbüloğlu kendi ülkesine sığamamış zaten, Türkiye’ye bile 7 orkestra şefi kazandırmış. Nilüfer Kuyaş ile olan röportajında anlatıyor Azerbaycan’a sanata kültüre verilen değeri Bülbüloğlu. Azerbaycan’da yerel ve merkezi, iki ayrı kültür bütçesi varmış: “Belediyeler bütçelerinin %26’sını kültüre ayırmak zorunda. Cumhuriyet bütçesinde ise kültürün payı %2,8.” Bakü’de elli tane müzik okulu varmış, en ünlü bestecilerden Üzeyir Hacıbeyov’un doğum günü 18 Eylül de ulusal müzik bayramıymış.
Devlet adamlarını bu vizyonla yetiştiren ve onlara koltuklarını doldurdukları için paye veren ülkelere özenmemek elde değil. Bizdeyse kendini sanata veren devlet adamı örneği önce ülkesine sonra emekliliğinde tuvale darbe vuranlar. Bülent Ecevit’i tenzih etmek lazım tabi bu noktada.
4 Şubat 1945 doğumlu Bülbüloğlu, Bakü Müzik Akademisi’nde piano eğitimi almış. Gara Garayev ile çalışmış, Henüz 17 yaşındayken onlarca şarkı ve besteye imza atmış. Yirmiden fazla filmin müziğini yapmak da Bülbüloğlu’nu kesmemiş olacak ki oyunculuk da yapmış. Bu da yetmemiş sanat tarihi üzerine master yapmış, Azerbaycan Kültür ve Sanat Üniversitesi’nden de profesörlüğünü almış. “Mesela benim bir senfonim vardır, beyati şiraz makamı üzerine kuruludur. Avrupa formlarıyla, milli müziğimizin bir sentezini aradık daima. Benim şarkılarım da bu nedenle Sovyet döneminde çok başarı kazandı. Armoniler ve üslup çağdaş, ama ifade, sözler ve mevzular tamamen milli. Bu karışım insanların hoşuna gitti.” diyor Bülbüloğlu.
Hayif Bele Oldu şarkısı tam da o dönemi yansıtıyor olanca retroluğuyla.
Bülbülgiller babadan oğula müziğe adamışlar zaten kendilerini. 1975’te doğan oğlu Teymur Polad Bülbüloğlu da Moskova Radyosu Tchaikovsky Senfoni Orkestrası’nda görev alıp, zamanın Sovyet Federasyonu’ndan aldığı nişanla müziğini taçlandırmış.
“Gel Ey Seher”in sözleri Fikret Koca’ya ait. Fikret Koca’yı araştırdım ancak Türkçe kaynak bulamadım, Azerbaycan’ın önemli bir şairi olduğunu biliyoruz.
Fikret Koca kendisiyle yapılan bir röportajda bu şiiri için şöyle demiş;
“Gençliğimde Moskova’da Maksim Gorki Üniversitesi’nde okurken işlerim pek yolunda gitmiyordu. Ailemde karışıklıklar vardı, akrabalarımdan ölenler olmuştu, kitabım da sansür tarafından yasaklanmıştı. Gergin bir halde, depresyona uğramış, trenle moskova’ya gidiyordum. unutulmuş, fırlatılıp atılmış bir insan gibi. Şiir yazmak için elimde tuttuğum kâğıdı buruşturup trenin penceresinden dışarı fırlattım, arkasından baktım. Bana öyle geldi ki, “ben” ile “kendim” arasında o mesafe kadar, çok az bir mesafe kalmış. Birden trende radyo çalmaya başladı. “Ay Şelale” adlı bir şarkım vardı. Hoparlörden “şarkının sözleri Fikret Koca’nındır” diye bildirdiler. şarkım çaldı; tren ışıklandı, dünya aydınlandı, bir anda belim dikleşti. “Ben varım ve yaşamak da güzel” dedim. Şarkılarımı duyduğumda bunları hissederim. “Gel ey seher”de de öyle. “Gel ey seher” şarkısı bundan kırk yıl önce yazıldı. “Uşaqlığın Son Gecesi” filmi, Maksut İbrahimbeyov’un senaryosuna göre çekilen film için yazıldı…”
Yaşam yaşadıkça derinleşiyor, yaş aldıkça genleşiyor; ruh ise ancak üretirse, bir şeyler yaratırsa kendini gerçekleştiriyor gençleşiyor bana kalırsa, Fikret Koca da bunu teyid ediyor: “Ben şiir yazmaya başlamadım ki yaşamaya başladım. Ben yetmiş altı yaşımdayım, yaşamaya da hevesim var. Çünkü her sabah, her gelen sabah bekliyorum, bana yeni haber getirecek.”
Sanatı da fazla abartmamak lazım, bir duygunun yaşayanın ruhundan taşıp ona anlam yükleyenlerle buluşması diye tanımlarım bana sorsalar ama bir eseri ölümsüz ve değerli kılan yaşanmışlıkların, anıların ve acıların derinliği ve yansıması. Çok düşünen, aklında evirip çeviren filozof oluyor, işin içine ruhunu katan ise şair, müzisyen, ressam.. Bir acıyı ya da bir duyguyu derinlemesine yaşadığınızda onu içinize hapsederseniz hayata küsüyorsunuz, hayat da size, renkler soluklaşıyor.. O acıyı kağıda, kaleme, müziğe dökerseniz başka bir coğrafyada bir başkası paylaşıyor, kendince anlam veriyor. İşte ancak o zaman renkler canlanıyor.
“Al elvan boya yoxsa bu deniz uçar”
Elvan arapça kökenli, renkler demekmiş. Meali “Al bu renkleri ve dünyamı boya, yoksa bu deniz uçup gidecek”
Gel Ey Seher de bir filmin müziği olarak can bulmuş, sonra bambaşka coğrafyalarda farklı farklı anlamlarla ölümsüz olmuş. Polad Bülbüloğlu’nun yaşadığı acıyı müziğe dönüştürmesi, Fikret Koca’nın yaşına ve yaşama dair sözleri bu şarkının yarattığı hisleri perçinliyor bana kalırsa.
Bizde “Gel Ey Seher” en çok da Şebnem Ferah ile yaptığı düet ile tanınıyor. Ama sonradan ‘bu şarkıyı söylemeyeni dövüyollar’ gibi bir durum olmuş.. Fatih Erkoç, Ezginin Günlüğü, Ferhat Göçer, Güvenç Dağüstün, Zara, Enbe Orkestrası.. Hepsi de pek yahşi söylemiş, ben yine Polad Bülbüloğlu’nun orjinal versiyonunu değişmem ama Güvenç Dağüstün’ün Akustikhane versiyonunu öneririm:
Aslında aklımda Mazhar Alanson’un 1979 tarihli İpucu Beşlisi ile olan şarkısının hikayesi vardı aklımda, klibi ile efsane olan “Bozup Yeniden Yapmaktır İşim”
İkinci Yeni’ye “Sayım” ile bir girizgah, bir güzel merhaba ne iyi olur diyordum ki “Hüznün Kuşları” geldi aklıma: Mazhar Alanson’un Cemal Süreya’nın beş şiirini bozdurup yeniden yaptığı şarkısı.
Cemal Süreya ile Mazhar Alanson’un bileşiminden elbette ki bambaşka bir dünya, apayrı bir simya çıkar.
“Hüznün Kuşları” Mazhar Alanson ilk solo albümü olan 2002’de çıkardığı Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar”ın 5. Şarkısı. Bu albümde “Ah bu ben”, “Yandım”, “Hamak”, “Benim hala umudum var” öne çıkar da “Hüznün Kuşları” nasıl da zarifce geri planda kalır, “olsun, benim de hakkımı hüznün hakkını vermeyi bilenler versin” dercesine..
“ben bütün hüzünleri denemişim kendimde
canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını
bir bir denemişim bütün kelimeleri
yeni sözler buldum seni görmeyeli
kuliste yarasını saran soytarı gibi
seni görmeyeli
kasketimi eğip üstüne acılarımın
sen yüzüne sürgün olduğum kadın
kardeşim olan gözlerini unutmadım
çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat
sen tutar kendini incecik sevdirirdin
bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa
şanssızım diyemem kendi payıma
hain bir aşk bu kökü dışarda
olur böyle şeyler ara sıra
olur ara sıra”
Albüm kapağında sözlerin Cemal Süreyya’ya (!) ait olduğu yazılmış.
Bir harf fazla, bir harf eksik bunun muhabbetini, muhasebesini yapacak değiliz ya, Alanson Süreya’nın farklı farklı şiirlerini derleyip ortaya bu şarkıyı çıkarmışken.
(Bir rivayete göre Cemal Süreya’nın soyadından eksilen harf eşi çocuklarına hamileyken terk etmek zorunda kaldığı Üvercinka’sına hayatı boyunca taşıyacağı bu eksikliğine dair verilmiş sözünden gelir de bu da bir başka yazı konusu dağılmayalım şimdi..)
“ben bütün hüzünleri denemişim kendimde” , “bir bir denemişim bütün kelimeleri” dizeleri “Aslan Heykelleri” şiirinden:
çoğaltan ellerini seviyorum kaç kişi
dokundukça dokundukça aslanlara
parklarda yakışıklı aslan heykelleri
birdenbire önümüze çıkıyorlar buysa çok güzel
bizim bu aşkımızın aslan heykelleri
şahane değişik hüzün heykelleri yani
ben bütün hüzünleri denemişim kendimde
bir bir denemişim bütün kelimeleri
yeni sözler buldum bir nice seni görmeyeli
daha geniş bir gökyüzünde soluk aldıracak şiire
hadi bir de bunlarla çağır gelsin aslan heykelleri
oldurmanın yıkmanın yeniden yapmanın aslan heykelleri
olduran yıkan yeniden yapan gözlerini seviyorum kaç kişi
bir senin gözlerin var zaten daha yok
ya bu başını alıp gidiş boynundaki
modigliani oğlu modigliani
az şey değil seninle olmak düşünüyorum da
içimde bir sevinç dallanıyor kaç kişi
bir geyik kendini çiziyor karanlığa sonra kayboluyor
karanlık maranlık ama iyi seçiliyor
yorgan toplanmış bacakların seçiliyor
bir uçtan bir uca bacaklarının aslan heykelleri
ayık gecemizi dolduruyorlar bir uçtan bir uca
en olmıyacak günde geldin tazeledin ortalığı
alıp kaldırdın bu kutsal ekmeği düştüğü yerden
bunlar hep iyi şeyler ya öte yanda
olsa yüreğim yanmıyacak aslan heykelleri
ama yok aslan heykelleri var köpek
delikanlı bir köpeği var onunla yatıyor
adalet hanım iki kişilik karyolasında
bozulmuş burjuva ahlakına örnek
“sen tutar kendini incecik sevdirirdin”, “bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa” “canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını”, “kasketimi eğip üstüne acılarımın”, “sen yüzüne sürgün olduğum kadın” , “kardeşim olan gözlerini unutamadım”, “çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat” dizeleri “Ülke” şiirinden:
saat çini vurdu birden: p i r i n ç ç ç
ben gittim bembeyaz uykusuzluktan
kasketimi egip üstüne acilarimin
sen yüzüne sürgün oldugum kadin
karanlik her sokaktaydin gizli her kösedeydin
bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. mavi.
birtakim genç anneleri uzatirdi bir keman
sen tutar kendini incecik sevdirirdin
bir umuttun bir misillemeydin yalnizliga
yalniz aski vardir aski olanin
ve kaybetmek daha güç bulamamaktan
sen yüzüne sürgün oldugum kadin
kardesim olan gözlerini unutmadim
çocugum olan alnini sevgilim olan agzini
dostum olan ellerini unutmadim
karim olan karnini ve önlerini
orospum olan yanlarini ve arkalarini
iste bütün bunlarini bunlarini bunlarini
nasil unuturum hiç unutmadim
kibrit çak masmavi yanardi sesin
ormanlara ormanlara yüzünün sesi
en gizli kelimeleri akitirdi agzima
su karangu su acayip su asyali askin
solugu kesen agulayan ormanlarinda
yasadim o kisa ve korkunç hükümdarligi
ve çarpintili yüregim saçlarinin akintisinda
karadeniz’e karisirdi ordan akdeniz’e
ordan da daha büyük sulara
geceyse ay hemen tazeler minareleri
kur’an sayfalari satilan sokaklardan
ölüm bir çesit sevgiyle uçar
ölüm uçar çocuk yüzlere
ben o sokaklardan ne kadar geçtim
damagimda dilinin yosunlu tadi
önce bugulu sonra cam gibi parlak sonra bugulu yine
birtakim tavsanlari andiran birtakim su hayvanlarini
pazar pazartesi günlerini ve haftanin öbür günlerini
yine sali çarsamba persembe cuma cumartesi
bir basak ufak ufak bildirir konya’yi
o basakta o konya’da seni ararim
ben simdilerde her seyi sana bagliyorum iyi mi
altin ölçü çift ölçü ve altin karsiliksiz
para basma yetkisini firat’in suyunu palandöken’i
erzincan’in düzünü asma bahçelerini babil’in
antalya’nin denizini o denizin dibini
bes türlü yengeç yasayan sularinda
çaganoz adi pavurya çingene pavuryasi ayi pavuryasi
“Şanssızım diyemem ben kendi payıma” “Dikkat Okul Var”ın yadigarı:
Şanssız mıydık? haksızlık olur şimdi
Düşünsene nasıl geçmiştik hızla
Birleşen iki güvercinin arasından
Hiç dokunmaksızın onlara
Bende tarçın sende ıhlamur kokusu
Az mı dolandık Başkentin sokaklarında
Ama işte şölenin kaçınılmaz acısı
Bizim payımıza düştü sonunda
Aşkımız şimdi görklü bir hayatın
Yabancaya berbat bir çevirisi
Sen metinde üç beş satır atladın
Ben geçmiş zamanda dondurdum fiilleri
Sen ki özenle katlanmış bir mendil gibiydin
Düşünür müsün zaman zaman acaba
Nelerle ödedik şu mevsimi
Ve gün nasıl vuruyor topuklarımıza
Şanssızım diyemem ben kendi payıma
Oluyor böyle şeyler ara sıra
Sözgelimi okul kitaplarına girmez şiirim
Bütün çocuklar anlar da
Ve “Bu Bizimki” şiirindeki “hain bir aşk bu” ve “kökü dışarda bir aşk bu” dizelerini birleştirip “hain bir aşk bu kökü dışarda” haline getirmiş:
Ve “Bu Bizimki” şiirindeki “hain bir aşk bu” ve “kökü dışarda bir aşk bu” dizelerini birleştirip “hain bir aşk bu kökü dışarda” haline getirmiş:
“Yıkıcı bir aşk bu,
yıkıyor milletin ortasına
tutku yükünü…
bölücü bir aşk,
ekmeği suyu bölüyor
günde üç öğün…
hain bir aşk bu,
sizin eve hırsız girer
onunkine polis…
yasadışı bir aşk,
evlenmeyi
hiç mi hiç düşünmüyor…
soyguncu bir aşk bu,
en sıradan ezgilerden
sevinçler devşiriyor…
kökü dışarda bir aşk,
dante ile beatrice’inkine
fena öykünüyor…
işgalci bir aşk bu,
samanlık sevişenin diyor
başka şey demiyor…”
“Bu Bizimki” zamanında Zülfü Livaneli tarafından da bestelenmiş, Süreya’nın “Vadideki Zambak” çevirisine koyduğu şiiri:
“içine girdiğim yeni sevdanın insanı mahveden bir tarafı, kendine özgü bir elektrik akımı vardı; sizi yarı uykuyu andıran bir uykusuzluğun fildişi kapılarından göklere salıyor, ya da kanatlı sağrısının üstüne, terkisine alarak geri getiriyordu; nankör bir aşktı bu, kendi kurbanı olan cesetlerin üstünde kahkahalar atan korkunç bir aşk. unutkan bir aşk, ingiliz politikasına benzeyen, bütün erkekleri öksesine düşüren taş yürekli bir aşk.”
Cemal Süreya yazmış, Mazhar Alanson derlemiş, bestelemiş. Bir kelime yazsam ikincisin hatrı kalacak, haddimi aşarım diye korkarım. Bunca şiirin, sözün üzerine bu yazı burada bitsin hadi..
‘O Şarkının Hikayesi’nde ilk şarkım Cem Karaca’nın oğluna hediyesi, oğlu Emrah Karaca’ya nasihati.
“Oğlum’a” Cem Karaca’nın 1982 tarihli albümü “Bekle Beni” de bulunan şarkısı ve bu şarkı o zamanlar Almanya’da sürgünde bulunan Karaca’nın seneler senesi göremediği oğluna seslenişi aynı zamanda.
Babaların çocuklarına yazdığı şarkıları seviyoruz. Babalar çok ifade edemez duygularını ya, belki o yüzden bu kadar derin oluyor melodiye döküldüğünde bazı dizeler. Fikret Kızılok’un oğlu Yağmur’a şarkısı “Ama Babacığım”ın ve Barış Manço’nun söylediği “Güle Güle Oğlum”un bir başka güne kalsın hadi.
Cem Karaca’nın en sevdiğim şarkısı çocukluğumdan beri Tamirci Çırağı’dır. Hikayeli şarkıları sevmem Tamirci Çırağı ile başlar çünkü benim. (Bir küçücük aslancık varmış’ı saymazsak tabi, ah o da nasıl bir çocuk şarkısıdır, bu şarkıyı da “Türkiye’de pedogoji” teması altında işlemeyi not olarak düşüyorum kendime) Dinlerken yaşardım hep tamirci çırağının aşkını, hikayesini gözümde canlandırırdım bir Türk filmi izler gibi. Sınıf farkını, acizliği, ulaşamamayı, karşılıksız bir aşkı hepsinin hikayesini yaşar, anlardım dinledikçe. Tarih derslerinin, politikanın, politikacıların anlatamadıklarını anlatır bize şarkılar. Herkes, anlatır bir şeyler aslına bakarsanız, dinlerseniz. Ama ben şarkılarla anlarım, her şey müzik ve sözlerin buluştuğu dizelerde anlamlaşır. Tamirci Çırağı’nı bir başka gün dönemin olaylarıyla, Türkiye’de sosyalizmin gelişimi ve dönemin ruhu ile ele almak isterim, sosyolojinin hakkını biraz olsun vermeye çalışarak.
Bugün Cem Karaca’nın ölüm yıldönümü.
Bugün Müzeyyen Senar öldü.
Şarkılarla geçen yağmurlu bir haftasonunun pazar sabahında bu iki isim ilham verdi bana. Dinlemek yetmez şarkıları, kim hangi şarkıyı kime yazmış, neden yazmış, o dönemin ruhu neydi diye düşünürüm dinlerken. Hikayeleri severim, hikayesi olan herşey ilgimi çeker. İşte böyle çıktı birden bire ‘O Şarkının Hikayesi’
Her şarkının bir hikayesi vardır dinleyene bir şey anlatan, hayatında bir dönemi veya birini anımsatan. Her yazımın bir şarkısı vardı eskiden, “aa bu şu yazın şarkısıydı ben o zaman orta 2’deydim” diye kendimce kronoloji yapardım. Sonra yine o zamanlar Serdar Ortaç girdi hayatımıza ve Türk popunda her yazın şarkısı birbirine benzemeye başladı ansızın. Aynı melodi, aynı şarkılar, yazları birbirinden ayırtedemez oldum.. Serdar Ortaç da itiraf eder zaten “iki nota bir besteyim” diye. O zaman bu zamandır ben kendi dilimde, beni bana anlatan, ülkemi, insanları, aşkları bana anlatan şarkıları hep geçmişte aradım. Hayattan ve geçmişteki günlerden bir teselli aradıkça retro şarkılar koştu imdadıma. Şimdilerde o naiflik sadece eski şarkılarda, eski filmlerde ve eski evlerin olduğu küçük sokaklarda var. Küçük mutluluklar da zaten sokaklarda, şarkılarda, filmlerde ve küçük evlerde, odalarda gizli.
Bu sabah Cem Karaca’yı düşününce aklıma ilk gelen şarkısı “Oğlum’a” oldu. Bir babadan oğluna kalan en değerli miras olsa gerek diye düşünürdüm hep bu şarkıyı dinledikçe. Ne şanslıyım ki aklıma şarkı geldikten sonra bu akşam Çetin Erker’in Annemin Plakları’nda Emrah Karaca ve Cahit Berkay ile programı olacağını gördüm. Ve böylece birbirine bağlandı tüm şarkıları Cem Karaca’nın. Oğluna yazdığı ‘O Şarkının Hikayesi’
Bir babanın çok uzaklardan oğluna yazdığı şiirdir “Oğlum’a”
bir merhaba, acı kahve, hatır sorma ve dostluklar yaşar elbet
sımsıkı sev, sen, sevmeyi
bazan, almadan da vermeyi
istanbul şehri malın olsa
ölümden öteye köy, yok ya
gün olur,devran döner,akar seller,kalır kumlar kavuşuruz
eser yeller,yağar karlar,gelir bahar, açar güller koklaşırız
sultan süleyman’a kalmamış
ha babam dönen şu dünya
babanın tapulu malı olsa
kefenin cebinde yer yok ya
papazın eşşegini kovala dur
ali’nin külâhini, veli’ye uydur
aldat dur! aldan dur!
oğlum hayat bu mudur?
işte ağaç, işte deniz, işte toprak, işte hayat budur oğlum
işte eller, işte gayret, işte ekmek, işte hayat budur oğlum
başını dik tut, hiç eğme sen
aklına ve yüreğine güven
çağını bil çağına yakış
güzelliklerle yarış”
Bu şarkı aslında Emrah’ın, Cem Karaca’nın yazdığı muhalif şarkılar yüzünden babasız büyümesinin hikayesidir.
Emrah Karaca ismini bir başka Cem Karaca şarkısından alıyor. (Dedemin Altay’ın Fenerbahçe’yi yendiği maçtan sonra doğan amcama Altay ismini vermesi geliyor aklıma. Nasıl ki müzik Cem Karaca ile Emrah’ın arasına mesafeler ve yıllar koymuşsa, bizde de futbol girmişti baba ile oğulların arasına)
1967’de “Emrah” Cem Karaca’nın ilk çıkış şarkısı. Altın Mikrofon şarkı yarışmasında ikinci oluyor, ilk plağının ismidir aslında Emrah. “Oğlumun adını da Emrah koydum. Ama tabi ondan sonra her plak için çocuk yapmadım.” der Cem Karaca. (Gökçe Kaan Demirkıran’dan değerli bir bilgi aldım: “Emrah, parçasının isminin Emrah olmasının nedeni biraz da, sözlerin aşık Erzurumlu Emrah’a ait olmasıdır. Bu konuda da halk ozanları arasında bir tartışma vardır. bir aşık tanımıştım, o sözlerin Ercişli Emrah’a ait olduğunu söylemişti. Cem Baba Emrah’ın ismini, Erzurumlu Emrah’ı çok sevmesinden ötürü koymuştur. Kaynak olmadığı için bu konular hep kulaktan yayılır.”)
“Sabahtan uğradım ben bir fidana
Dedim mahmur musun dedi ki yok yok
Ak ellerin boğum boğum kınalı
Dedim bayram mıdır söyledi yok
Yok yok yok yok yok
Ak ellerin boğum boğum kınalı
Dedim bayram mıdır söyledi yok
Yok yok
Dedim inci nedir dedi dişimdir
Dedim kalem nedir oy dedi kaşımdır
Dedim ak memeler oy dedi koynumda
Dedim ver öpeyim söyledi yok
Yok yok yok yok yok
Dedim ak memeler oy dedi koynumda
Dedim ver öpeyim söyledi yok
Yok yok
Yok yok yok
Dedim ölüm nedir oy dedi boynumda
Dedim gel ölelim be söyledi yok
Yok yok yok yok yok
Dedim ölüm nedir oy dedi boynumda
Dedim gel ölelim be söyledi yok”
Cahit Berkay anlatıyor Cem Karaca’yı. “Bu ülkeyi Cem Karaca kadar seven bir insan olamaz.” diyor. Kos adasından bakar ve şarkı yazarmış memleketine Cem Karaca. Önce Almanya’ya sürgün ediliyor, sonra 1981’de son albümü yüzünden 400 yılla yargılanıyor, Türk vatandaşlığından çıkarılıyor, vatan haini ilan ediliyor.
1976 doğumlu Emrah Karaca.
“Babanızı yaşayabildiniz mi?” diye soruyor şimdi Çetin Erker Emrah Karaca’ya.
“12 Eylül dönemi çok zor bir dönem, kimler ne acılar çekti, ne desem o acıları çekenlere ayıp olur ” diyor Emrah Karaca kendi babasız günlerinin acısını olabildiğince tevazu içinde aktarıyor. Dramatize edilmeyen bir dram bana kalırsa. Emrah 3 yaşındayken gidiyor Cem Karaca. Sonra döndüğünde büyümüş olarak buluyor Emrah’ı.
O yıllar boyunca mektuplaşıyorlar. Telefon bağlatmak zor, iki gün sonra bağlanıyor. “O dönemi hiç yaşayamadım” diyor. Telafi ile geçiyor sonraki zaman. Bir baba oğlunun senelerini kaçırırsa bunun telafisi mümkün müdür acaba? Emrah Karaca hep kızarmış babasına. Neden sadece “Resimdeki Gözyaşları”, “Bu Son Olsun” gibi şarkılar yok? Neden “1 Mayıs”ı söylüyor da başına bunlar geliyor, Emrah babasız büyüyor? Bu şarkıları söyledi diye babasız kaldığını düşünüyor ve suçluyor babasını. Annemizi ve babamızı anladığımızda büyüyoruz ya. O da seneler sonra anlamış. “Neye inandıysa onu yaptı. O Cem Karacaydı. Ama ben babasız kaldım, çok zor günler geçirdik biz geride kalanlar. Çok önemli bir figürdü. Evimiz basılıyordu, döndü deniliyordu, eve bir manga asker geliyor, kaçırılma tehditleri, her cuma gidip ifade veriyorduk” diye anlatıyor. Çok zor bir çocukluk. Anne, babaanne, dede ile geçen yıllar. Ve o günler bir şekilde geçiyor. Bu sefer de vatan haini ilan edilip vatandaşlıktan çıkarılıyor. Vatan haini bir adamın oğlu ilan ediliyor. 1987 senesinde geri dönüyor ancak Cem Karaca.
Kendisine yazılan şarkısı için “Bir babanın oğluna verebileceği daha ne olabilir?” diyor Emrah Karaca. Almanya’dan şiir olarak babaannesine gönderiyor Cem Karaca.
Bu şarkı Emrah’a yollanan bir şiir aslında.
Memleketten uzaktayken, sürgündeyken, henüz 3 yaşında geride bıraktığı oğlu ondan yoksun büyürken ona yaptığı babalıktır bu şarkı Cem Karaca’nın.
Her erkeğin hayatını şekillendiren figür babası değil midir zaten? Babasına duyduğu sevgi, öfke, onunla olan çatışması, kendini ona kanıtlama çabası.. Bunları aşabilmesi bir erkeği büyütür. Pek çok erkek de aşamadığı için çocuk kalır kim bilir? Dedemin öldüğü geceyi ve babamın bana sarılıp ağlamasını hatırlarım. Kıskanırım bu şarkıları, dedemden babama, babamdan bana kalan böyle bir nasihat yok diye belki. Bu şarkıları dinledikçe bir gün oğlum olursa ona vereceğim nasihatleri düşünürüm. Ama bir çocuk için hediye Türk müzik tarihinin en güzel şarkılarından biri bile olsa o nasihatı almak değildir. Onca yılı birlikte yaşarken çocuğunla, yakınlığınla, davranışlarınla ve sevginle yol gösterebilmektir. Bu kişisel notumuza Türkiye’de Pedogoji ve Bir Küçücük Aslancık yazımızda açılım sağlayacağız 🙂
Cem Karaca’nın oğluna seslendiği diğer şarkılarına değinmezsek olmaz.
Cem Karaca Apaşlar’la yaptığı son 45likle çatışmaların, acıların süregeldiği bir dönemde umutla seslenir bir kez daha:
“Bugün sen çok gençsin yavrum
Hayat ümit neşe dolu
Mutlu günler vaad ediyor
Sana yıllar ömür boyu
Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni
Doğarken ağladı insan bu son olsun bu son”
Seviyorum bu umutlu şarkıları, hem de çok seviyorum. Her şeye rağmen şarkılarıdır bunlar. Her şeye ragmen hayat güzel, her şeye rağmen ümidini yitirme doğru ol, vazgeçme şarkılarıdır. Tamir Çırağı’nın olanca umutsuzluğuna karşı bu şarkıları bize umut verir Cem Baba’nın. Sanki işçi olup işçi kalması gereken tamirci çırağı veya haddini, kahyalığını bilmesi gereken Kahya Yahya olarak değil de Cem Karaca’nın oğlu olarak doğmuş Emrah’a, “babasız geçen senelerine rağmen bu şansının kıymetini bil, ne olursa olsun vazgeçme sakın” diyor. “Böyle bir babanın oğlu olarak yaşa. Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni.”
Cem Karaca’nın annesi Toto Karaca Ermeni asıllı bir İstanbul hanımefendisi. Babası Azerbaycan asıllı Mehmet Karaca. Anne baba tiyatrocu, sanatçı, evde yazarlar, şairler.. “Cem Karaca o sohbetlerin içine doğuyor” diyor Emrah Karaca. Robert Kolejli. Çok okurmuş, çok dinlermiş ve oğluna “Oku, eline ne geçerse oku” dermiş Cem Karaca. “Bazı akşamlar içerdi ve kafası ne kadar güzel olursa olsun eline kitabı alıp iki satır okumadan uyuduğunu bilmem” diyor Emrah Karaca. Ah biz ise elimizde telefonlarımızla uyuyoruz ve hatta sosyal medyada gezinmeden uyuyamıyoruz. O devrin insanlarını derinleştiren bizi kendimize yabancılaştıran bu mudur acaba?
“Mutlaka Yavrum” da Cem Karaca’nın çeşitli nedenlerden ötürü geri kalmışlığımızdan kendisini sorumlu tutan bir babanın çocuğuna “yarın senin ellerinde, güzel kur” deyişini anlatan Dervişan ile kaydettiği şarkısıdır.
1975 yılında aynı isimli albümünde yer alıyor. Bu şarkıyı Cem Karaca için yapılan Tribute albümde Edip Akbayram yorumluyor:
“Biz görmedik sen görürsün yavrum
didişmeden geçen bir gün mutlaka
yalansız dolansız bir dünyayı yavrum
kuramadık kurarsınız mutlaka
boşa harcandı benim yıllarım
boşa geçen yıllarıma yanarım
affet beni ne olur yalvarırım yavrum
yarın senin ellerinde güzel kur
biz görmedik sen görürüsün yavrum
daha mutlu türkiye’mi mutlaka
kulun kula kul olmadığı bir yarın
kuramadık kurarsınız mutlaka
biliminle, kitabınla, aklınla
ellerinle, dişinle, tırnağınla
insanın olmanın verdiği onurla yavrum
yüreğinle kur yarını güzel kur”
‘Mutlaka Yavrum 2’ şarkısında da yine Emrah’a sesleniyor. Bu şarkının Arapça ve İngilizcesi de var. Filistin Kurtuluş Örgütü için yazmış.
“bir gün mutlak döneceğiz yavrum yavrum yavrum yavrum
gün ışırken yuvamıza seninle
şimdi bir düş olan mutluluğun yavrum yavrum yavrum
doyumsuz bir gerçek olacak birden
yollar uzasa da yılma yavrum
nasıl hüzünlenirdi kuşlar göçerken
bak şimdi ıssız kalan yurdun yavrum yavrum yavrum yavrum yavrum
çocuklarla kuşlarla dolacak yeniden
duru değil içtiğin sular yavrum yavrum yavrum
toprak kanı da emdi su ile
acısı yüzüne vuran her yudum yavrum yavrum
kanıdır halkının bize güç veren
özgürlük kanımız oldu şimdi yavrum
zaptedilmez toprağına girmeyinen
bir sabah gün ışırken ilk duyduğun yavrum yavrum yavrum yavrum
zafer çığlıkları olacak ülkemizden”
İkinci versiyonu daha ılımlı, daha umutlu..Bu bir umut şarkısı.. Memleketin güzel günlerine dair umutları besleyen.
Cem Baba hepimizin babası.Bir gün benim de bir oğlum olursa, bu şarkılarla büyüsün isterim. Bu şarkılarla büyüyen çocuklar hayatı derinliğiyle ve acılarıyla kavrayan, fakat her şeye rağmen ümit ve neşe ile yaşayan iyi insanlar olurlar..
Robert Kolejli Cem Karaca’nın Anadolu müziğini keşfi, bu keşfin mahsülü olan ilk şarkıların hikayesi, İlham Gencer ile kesisen yolları, ilk eşi Semra Özgür’le tanışması, boşanması, sonraki iki evliliğinden sonra tekrar evlenmesi, Emrah’ın annesi Feride Balkan ile aşkı.. İşte bunlar hep başka şarkıların, başka yazıların konusu.